EDEBİYAT ve YALNIZLIK (Edebiyat Üzerinden Yalnızlığa Varoluşsal Bir Bakış)

NOT: BU YAZI MAKALELERDEN DERLENEREK OLUŞTURULMUŞTUR.

Edebiyat uzun yıllar boyunca “Yalnızca gözümle gördüğümü yazarım ben” anlayışıyla varolmuştur. 19.yüzyıl gerçekçi/yansıtmacı/klasik edebiyatı mimetik, yani gördüğümüz gerçeğin bize olduğu gibi anlatılması, estetiğine dayanır. Bu anlamda edebiyat bireyin içine doğru değil dış dünyaya doğrudur. Kahramanın iç düşünceleri önemli değildir. 20.yy itibariyle “gerçek”lik anlayışı da değişmeye başladığı için klasik/yansıtmacı edebiyat yavaş yavaş geçerliliğini yitirmektedir. Gerçek artık somut bir olgu olarak algılanmıyordur. Çağın getirdiği sosyopolitik gelişmeler de yeni gerçekliğe zemin hazırlamaya başlamıştır. Somuttan soyuta/göreceye geçiş başlamıştır. Hızla gelişen dünyada insan afallamıştır adeta. Artık bir yabancıdır dünya için. Yalnız hissetmiştir güç odakları karşısında. “Yüz-yüz elli yıl önce yeryüzünün küçük tanrısı diye tanımlanan insan; doğaya da, çevresindeki nesnelere de yabancılaşıyordu.” Dünya değişmekte, bilinen deyişiyle kapitalist sistemler yerleşmektedir günlük hayata. Artık para ve seri üretim çağıdır.

Bu gelişmelerin etkisiyle şekillenmeye başlayan varoluşçu felsefe insanın «varlık ve öz»üne odaklanmaya başlamış, bu felsefenin insanın yalnızlığına ve yabancı durumuna ağırlık vermesi edebiyatı da dönüştürmüştür.

Yalnızlık Nedir?

Tanımlanması en zor kavramlardan ya da olgulardan biridir. Belki kişiye özel tanımı olan bir kavramdır. Ama yine de genel bir düşünce olarak yalnızlık öncelikle bireyin kişisel ilişkilerindeki bir eksiklik ve çoğunlukla da hoş olmayan, acıtıcı bir tecrübe olarak betimlenebilir.

Yalnızlık mutluluk olabilir mi?

Filozofların görüşlerine geçmeden önce bu soru üzerinde biraz düşünelim.

Burada iki kavram önümüze çıkıyor: Yalnız bırakılan birey ve yalnız olmayı tercih eden birey.

Yalnız Bırakılan Birey:

Kendi tercihleri olmadan, başkaları tarafından dışlanmış, yabancılaştırılmış bireylerdir. Ayrımcılık yapan bir grup veya topluluk, kendisinden olmayanı dışladığında, dışladığı bireyi ötekileştirmiş ve yalnız bırakmış olmaktadır. Bu sosyal bir varlık sayılan insan için olumsuz bir durumdur.

Yalnız Olmayı Tercih Eden Bireyler

Sosyallikten ve sosyalleşmekten pek de fazla zevk almamakta, bu durumu tercih etmemektedirler. Bu bireyler toplum içinde normal bir birey olmanın gerektirdiği kadar sosyal olup, bunun dışındaki kalan zamanlarını tek başlarına daha verimli geçireceklerini düşünmektedirler. Dolayısıyla da sosyal ilişkiler kurmak pek öncelikleri değildir.

Yalnızlık, insanı diğerlerinden uzaklaştırıp koparabildiği gibi kendisinden de koparabilmekte, buna ek olarak da diğer insanlarla olan ilişkileri sayesinde var olabilen yönlerinden de koparabilmektedir. İnsanın kendisine ait farkındalığı da başkaları ile olan ilişkilerinden şekillenerek oluşmakta ve gelişmektedir. Buradan şu sonuca varmak mümkündür: insanlar yalnız kalmayı başardıklarında kendi içlerine açılırlar bu da kişisel farkındalığın temelini oluşturur. Fakat mutlu yalnızlık da başka birisine ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyduğu kişiyi bulamadığında mutlu yalnızlık da olumsuz durumlar oluşturabilmektedir.

Yalnızlık Tanımları

Plato Symposium adlı eserinde yalnızlığı veya bireyin soyutlanma hissine sürüklenmesini, insanın davranışsal ve bilişselliğinin baskın olmasıyla açıklamıştır.

Aritophane’nin insan sevgisi ve bir başkasına ihtiyaç duyma ile ilgili konuşmasında da yalnızlık umutsuzluk ve ayrı kalma imajı olarak tasvir edilmiştir.

Aristo yalnızlığın istenmeyen ve davet edilmemiş bir his olduğunu, insanın sosyal olmasına yani başkalarıyla birliktelik aradığına inanmıştır. O arkadaşsız bir varoluşu kimsenin seçemediği hatta her şeyin var olup da arkadaşının olmamasını kimsenin düşünemeyeceğini vurgulamıştır.

Kierkegaard’a göre yalnızlık birey olabilmek için bir kimsenin varoluşun yokluğunun korkusunu kabul etmesidir. Bu kabul ile bir birey yalnızlığın korkusuyla yüzleşir, böylece bir birey olabilirler. Yine ona göre bireyler, ne olmak istedikleri konusunda cesaret ve istek sahibi olmalıdırlar. Yalnızlıkla baş edebilmek için tek yol ise bu olabilir. (varoluşçu eylem)

Schopenhauer’a göre ise yalnızlık bağımsız olabilmektir, bağımsızlık insan yalnızlığının doğrudan bir sezgisidir. İnsanlar kendileriyle başbaşa kalabildikleri sürece yalnız kalabilmişlerdir ve yalnızlığı sevmeden ve bağımsızlığa âşık olmadan bir birey olunamaz. Diğer bir deyişle bir kimse tek başına kalabildiği sürece hürdür.

Heidegger yalnızlığın anlamını insanlar tarafından oluşturulduğuna inanmaktadır. Şöyle ki insanlar yaşadıkları dünyada, karşılaştıkları ani durumlarda, kendilerinden öncekilerin tecrübesinden yararlanmadan, onlarla ilişki kurmadan, bir ilişki ağı geliştirmektedirler. Fakat in-sanlar aynı zamanda nasıl bir dünyada yaşayacaklarını seçmede özgürdürler.

Sartre yalnızlığın kaynağı olarak kişiler arası ilişkileri görmüştür, başka bir şey değil sadece bireyin başkalarının varlığını tanımasıyla yalnızlığın oluştuğunu düşünmüştür. Sartre bir kimsenin dışlanmasının farkına varması sürecinin acı verici olduğunu ve aynı zamanda bunun üretkenliğe ve yaratıcılığa da yol açacağı fikrini öne sürmüştür. Onun ana tezi, bireyler daima seçim yaparlar ve bu seçimlerin sonuçlarına dünyada ilerlemek için katlanırlar ve birey tek başına hareket eder.

Frankl yalnızlığı insanların en dehşetli durumlarda bile anlam arayışı içerisinde olmaları, bu zor şartların üstesinden gelmesine hizmet eden bir araç olarak düşünmüştür. Anlamın keşfi yaşam için yeni yollar getirmektedir.

Aidiyet

İnsanın kendini emniyet ve güven içinde hissettiği bir grupla duygusal bağ kurmasıdır. Kişiler arası ilişkiler için temel bir etken olan aidiyeti, sosyolojik olarak toplumu oluşturan bireylerin birbirlerine bağlı olduklarını algılamaları olarak tanımlamak mümkündür. İnsan aynı düşünceleri paylaşabileceği insanları en azından az da olsa kendini anlayabilecek insanların olmasını ister.

Aidiyet kavramı kuşkusuz pek çok unsurla varlığını hissettirir ancak bu duygu bireyde mekân olgusuyla somutlaşır. Kişi için mekân benliğin, kimliğin, kişiliğin ve aidiyetin vücut bulduğu yerdir. Milligan’a göre, “fiziksel alanlar, sosyal etkileşimler için ortam yaratırlar. Bu ortamlar fiziksel ve sosyal yapılandırmayı sağlarlar. Sosyal etkileşimler vasıtasıyla bireysel olarak anlam yüklenen fiziksel alanlara karşı geliştirilen duygusal bağlar mekânsal aidiyet kavramını ortaya çıkarır”. Aidiyet duygusu olmadığında insan yalnızlaşmakta ve toplumdan uzaklaştırmaktadır.

Flaneur

Flaneur “Fransızca’da ‘avare gezinen’ anlamına gelmektedir. Aidiyet hissini kalabalık içinde ve farklı yerlerde bulan Flaneur, gezdiği yerlerde insanları gözlemlemektedir. Aylak ve boş gezen olarak da tanımlanmakta olan Flaneur, çevresini incelemekte ve gözlemleri sonucunda çeşitli düşünceler üretmektedir.

Flaneur kendini bir yere, bir gruba ve bir topluluğa ait hissetmemekte, farklı yerlerde farklı kalabalıkların içine girerek hayatını sürdürmektedir.

Flaneur’ü avareden ayırt eden en temel özellik çevresini sürekli izlemesi ve gözlemlemesidir. Ancak bu gözlem, gereksiz bir bakınma olmamakta ve bu esnada Flaneur düşünce üretmektedir. Onu avareden ayıran özelliği de boş vakitlerini düşünerek değerlendirmesidir.

Aidiyet’in mekan olgusuna ve Flaneur’a bir roman örneği: Yabana Doğru

“Benim için gerçekten anlamlı olan şeyleri paylaşabileceğim o kadar az insan tanıdım ki, kendi içime çekilmem gerektiğini öğrendim.”

Kitap maddiyata verilen önem modern yaşamda sevgisizlikle yoğrulmuş insanlardan ve şehirlerden kaçma isteği duyan bir karakterin Alaska’ya yolculuğunun ya da kendini keşfetme yolculuğunun hikayesidir.

Kendisini keşfederken doğayı da keşfedeceği bir yolculuğa çıkmaktadır. Tüm bilgi birikimini hayalini kurduğu sade bir hayat yaşamak için kullanmaktadır: «Chris, hayatı pahasına koşması gerekirse diye asla sırtında taşıyabileceğinden daha fazlasına sahip olmamaktan yanaydı.»

Bakışları donuktur ama donuk bakan gözleri dahi huzurla doludur. Özgür yaşamayı planlı bir hayata tercih etmekte, Alaska’nın vahşi doğasında tek başına yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Alaska’ya olan iki senelik yolculuğu esnasında pek çok farklı karakterle arkadaş olmuştur.

Yalnız bir gezgin olan Chris, mutluluğun ancak paylaşıldığında gerçek olduğunu sonunda anlamıştır. «Mutluluk sadece paylaşıldığı zaman gerçektir…»

Kitabın aynı isimle filmi de bulunuyor.

Yabancılaşma

Yabancı kavramı, bulunduğu çevreye ait olmayan ve insanlar tarafından tanınmayan bireyi anlatmaktadır. İnsan, hayatını, duygularını, çevresini ve beklentilerini zaman zaman sorgulayabilen bir varlıktır. Kendi düşüncelerini başkaları ile paylaştığında, diğer insanların onu anlamama ihtimali veya onunla aynı fikirde olmamaları, tek başına kalmasına sebep olmaktadır. Bireyin kendisini bu şekilde sorgulaması; yalnız hissetmesine, kendisine ve çevresine yabancılaşmasına sebep olur.

Birey kendisini farklı fikirlerdeki bireylerin oluşturduğu toplumda yalnız ve öteki hissederek, o topluma olan aidiyet duygusunu yitirmektedir. Hayatı anlamlandıramayan birey, depresyona girerek yalnızlaşabilmekte, yaşamaktan zevk almamaya başlamakta ve ölmek için yaşadığına kendisini inandırabilmektedir. Yaşam, birey için sadece tamamlaması gereken bir görev gibidir. Hayatı anlamlandırmaya çalışan birey karşılaşacağı ruhsal sorunlara çözüm bulamazsa bunalıma girebilmektedir.

 Yabancılaşma probleminin felsefe alanında incelenmesinde varoluşçu felsefenin katkısı oldukça fazladır.

Varoluşçuluk

Martin Heidegger, Jean Paul Sartre ,Karl Jaspers ve Gabriel Marcel gibi önemli temsilcilere sahip olan varoluşçu felsefe, varlık felsefesini temel almaktadır.

Varoluşçuluk, artan yığınlaşma ve kitleleşme sonucu, bireyin kendi kendine yer edinebilme çabasından doğmuştur. Tüketime yönelen kültür ve makineleşmenin, insanın bireysel özgürlüğünü ortadan kaldırması, topluluk içindeki insanların birbirlerine ve dünyaya yabancılaşmasına neden olmuştur.

Varoluşçuluk tamamen insan odaklı bir akım olup varoluşçu felsefe ise temel problem olarak 20. yüzyıl insanının içine düştüğü bunalımı ve kaygıyı konu alan, dünyada insan olarak var olmanın tanımını yapmaya çalışan düşünürleri barındıran bir felsefe ekolüdür. Akımın konusu, insana ait problemlerin sebep olduğu yabancılaşmadır. Acı, kaygı ve bunalım gibi problemlerin neden olduğu yabancılaşma kavramları akımı önemli bir ölçüde etkilemiştir. İnsanın kendisine yabancılaşması, önce kendi varlık yapısının birliğinin bozguna uğraması, uyumsuzluğu, onun öz benliğinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Varoluşçuluk insanın ne olduğu ve varlığının bilincine varmasını amaç edinmiştir.

Varoluşçular tanrı fikirleriyle ikiye ayrılmaktadırlar:

Tanrının varlığına inanan Hristiyan varoluşçulara göre Tanrı gerçek bir varlıktır. İnsanın kendini tanıması ve hürriyeti gibi durumlar ancak Tanrı’nın varlığına iman etmesi ile mümkün olur. Kendi başına insan yetersizdir ve bu yalnızlık onu bunaltır. İşte bu durumda insan, Tanrı’yla temas kurduğu ve onun karşısında acziyetini kavradığı zaman kendini bulur ve özgürlüğünü yaşayabilir. Aksi bir durumda ise insan, boşluğa ve hiçliğe sürüklenecektir. Tanrı’yla irtibat hâlindeki insan varoluşsal serüveninin sonunda, mutlak olan, hayatın ve varlığın esas kaynağı olan Tanrı’ya ulaşır. Bu sebepten dolayı insan sürekli bir ümit taşır ve dahası bu ümide muhtaçtır.(Soren Kierkegard)

Tanrıtanımaz varoluşçulara göre ise Tanrı inancı insan için tehlikelidir. Çünkü böyle bir inanç, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Böyle bir kadercilik anlayışı ise insanın, Tanrı’nın iradesi sınırları içerisinde yaşaması demektir ki bu, insanın özgürlüğünü kesin olarak elinden alacaktır. Nitekim tanrıtanımaz varoluşçuların Tanrı’yı inkâr etmelerinin en büyük nedeni de insan hürriyetine verdikleri değerdir. Onlar, sadece Tanrı’ya değil; tarihe, geçmişe, geleceğe de inanmazlar, ayrıca rejimlere, ahlaka, aşka ve bütün kurtuluş ümitlerine de şüpheyle yaklaşırlar. Tanrıtanımaz varoluşçular insanın bir bunalım veya bunaltı içinde olduğunu düşünürler. Bunun sebebi ise insanın, tanrılaşma arzusu karşısında aciz bir varlık olmasıdır. Tanrı’nın olmadığı bir evrende, tanrılaşamayacak olan insan, bütün ümitlerini kaybeder ve hiçliğe doğru yuvarlanır. (Sartre)

Sartre’ın Varoluşçuluk Düşünceleri

Varlık anlayışını Tanrı’nın yokluğu üzerine kuran Sartre, onu iki kategoriye ayırır. Bunlar kendi başına varlık ve kendisi için varlıktır. Kendi başına varlık, kendisi için varlıktan öncedir.

Sartre için kendinde varlık, kendi içine kapalı, kendisi ile özdeş yaratılmamış bir varlıktır.

Sartre da kendinde varlık, sebepsiz ve izahsızdır. Bu yüzden mantıki olarak saçmadır. Çünkü o başka varlıklarla açıklanamadığı gibi mümkün ya da zorunlu varlıktan da türemiş değildir. O mutlak ve dayanıksız olarak mevcuttur. Bu yüzden, kendinde varlık, tek başına tarifsiz, anlamsız ve gereksiz bir varlıktır. Kendinde varlık ile nesneler dünyasını kasteden Sartre için asıl problem alanını kendisi için varlık yani insan oluşturmaktadır. Bunun nedeni, sadece insanın özgür bir varlık oluşudur. Sartre’a göre, kendisi için varlık olan insan dışındaki her şey bir belirlenmişlik içindedir. Bu bağlamda Sartre, bütün varoluşçu filozoflar gibi felsefesinin hareket noktası olarak, insanın varoluşunu yani insanın somut ve bireysel varoluşunu görür.

Sartre’ın, kendisi için varlığı olan insanın özü, önceden belirlenmiş değildir. Çünkü Sartre’a göre, insan, bir taş ya da sopa gibi basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. Sopa ve taş, her ne ise odur. Hâlbuki şuurlu bir varlık olan insan, ne olması gerektiğine kendisi karar verir. Bunun içindir ki, kendi içinde varlık kendi içine kapanık, kendinden başka bir şeyi olmayan varlık değil, yönelim içinde bir varlıktır. Şuurlu varlık, hiçbir zaman tek başına bir varlık olmamaktadır. O önce var olup, sonra kendisini yaratan tek varlıktır. “Önce insan vardır, sonra şu veya bu adam”

Yazgı, özgürlük olunca, insan kendi hayatından tümüyle sorumludur, hiçbir mazerete sığınamaz. Özsüz, doğasız ve yazgısız kalan kişi ne olduğuna, kim olduğuna, nereye gideceğine, kim olacağına kendisi karar vermek, böylece kendi varoluş değerini yaratmak zorundadır.

Sartre’a göre, biz insanlar, seçim yaparken sadece kendimizi değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş oluruz. Ona göre, insanın kendisini seçmesi, bütün insanlığı seçmek demektir. Bu yüzden biz olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Çünkü ona göre bizim hiçbir eylemimiz yok ki, insanlığa etki yapmasın. Kendini seçen kişinin aynı zamanda bütün insanlığı seçmesi, onun sorumluluğunu da bir o kadar arttırmıştır.

Bulantı” kavramı

Bulantı, insanın, hayatın boşluğunu ve sebepsizliğini tecrübe etmesidir.

Sartre felsefesinde, insan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir.

Sartre’a göre, insan yaşıyorsa, onun üzerinde varoluş yükü vardır. Kişi, varlığın ağırlığı altında ezilmekte ve bu ezilişte, bulantıyı beraberinde getirmektedir. Bulantı, bireyin varoluşunun farkına varması ile başlar ve sona ermez. Çünkü insan hayatı boyunca sorumluluktan kurtulamayacağına göre, bulantıdan da kurtulamaz. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak bireyin bu kendini yaratma çabası, arttıkça bulantı da artacaktır.

Sartre’da insanın kendini seçmesi, kendini seçerken bir başkalarını da seçtiği düşüncesi insanı bulantıya sokar. Fakat bu bulantı insanı eylemde bulunmaktan uzaklaştıran bir bulantı değildir. Sorumluluk duygusuna sahip olan herkes bu bulantıyı yaşar. Bu bulantı bizi eylemde bulunmaktan alıkoymaz, aksine bu bulantı bizi eylemle birleştirir, harekete geçirir ve eylemin bir parçası kılar. İnsan bu dünyaya atılmıştır, tek başınadır ve bir Tanrı da yoktur. Sadece insanın bu dünyaya bırakılmışlığı, atılmışlığı terk edilmişliği yani varoluşu vardır.

«Bulantı» Eserine Bir Bakış

Sartre felsefesinde kendinde varlık, ”sebepsiz”, ”izahsız”, ”kontenjan” bir varlıktır; yani evren diye adlandırdığımız kendisinde varlık ”saçma”dır. O mutlak olarak hiç bir şeye dayanmaksızın varolduğundan dolayı aynı zamanda ”fazladan”dır. Sartre, insanın bu ”saçma” ve ”fazladan” varlıkla karşılaşmasını Bulantı adlı eserinde kahramanı Roquentin aracılığıyla yansıtır.

Kendisi için varlık olan insan dışındaki her şeyin belirlenişi nesneler karşısında insanı bulantıya sokar: “Nesneler canlı olmadıklarına göre, insanda etki yaratmamaları gerek. İnsanlar bunları kullanır, yerine koyar, ortalarında yaşar. İşimize yararlar, o kadar. Benim üzerimde ise etki yaratırlar, dayanılır şey değildir bu. Onlara değmekten korkarım, canlı hayvanlarmış gibi sanki… Bir çeşit yavan tiksintiydi bu. Ne de tatsız şeydi hani! Taştan geliyordu, eminim, taştan ellerimin içine geçiyordu. Evet, tamam, ta kendisi: Ellerin içinde bir çeşit bulantı.”

Nesnelerin ortasında olduğunu, altında, ardında ya da üstünde kendisini kuşattıklarını, hiç bir şey istemeseler, kendilerini zorla kabul ettirmeseler de ”orada” olduklarını fark eden Roquentin’in yakasını bulantı/tiksinti bırakmaz:

“Bulantı yakamı bırakmadı, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum; ama katlanmıyorum ona artık, o ne bir hastalık ne de geçici bir nöbet. O, ben’im.”

Nesneleri farklı bir perspektiften görmeye başlayan Roquentin kendisinin de bu dünya içindeki nesnelerden biri olduğunu fark ettiğinde kendi varlığını da aynı derecede saçma ve lüzûmsuz bulmaya başlayacaktır:

”Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan bir sürü varlıklardık biz. Ne birimizin ne öbürümüzün orada olmasına hiç bir neden yoktu. Utanan, için için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla görüyordu kendini.

Saçmalığın yaşama ve dünyaya atfedebileceğimiz yegâne nitelik olduğunu ve bu saçmalığın kendi çerçevesinde tam bir mutlaklığa sahip olduğunu bulgular Roquentin:

«Varolmak, ortada olmaktır sadece; varolanlar görünürler, kendileriyle karşılaşılır, fakat hiçbir zaman varlıktan düşürülemez, indirilemez onlar. Bunu anlamış olan kimseler var, sanıyorum. Yalnız bunlar zorunlu ve nedeni yine kendisi olan bir varlık icat ederek bu olumsallığı yenmeye çalışmışlardır. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz: Olumsallık yalancı bir düzen, yok edilebilir bir görünüş değildir; saltık’ın kendisi, dolayısıyla tam bir hasbilik’tir. Her şey hasbidir, şu park, şu kent ve ben kendim. İnsan bunu farketmeye görsün, midesini bulandırır bu, her şey başlar dalgalanmaya…Bulantı budur işte.‘»

Dünyanın bu denli sebepsizliği, değersizliği ve anlamsızlığı karşısında Roquentin bir kızgınlık ve öfke duyar:

”Şaşırmış değildim, bunun Dünya olduğunu, kendini birdenbire gösteren çırılçıplak Dünya olduğunu iyice biliyordum ve bu saçma iri varlığa duyduğum öfke boğuyordu beni. İnsan: Bütün bunlar nereden çıkıyor, nasıl oluyor da ortada yokluk değil de bir dünya var? diye soramıyordu bile. Anlamı yoktu bunun, dünya önde, arkada, her yerde hâzır-nâzırdı. Ondan önce hiçbir şey varolmamıştı. Hiçbir şey. Onun varolamayacağı bir an mevcut olmamıştı. Beni kızdıran da buydu işte: Bu uysal solucanın varolması için hiçbir neden yoktu kuşkusuz, fakat onun varolmaması da mümkün değildi.”

Varlığın zorunlu olmayışı ve saçmalığı öyle kuşatıcıdır ki, roman kahramanı Roquentin kendisinin ağaçlarla, çakıl taşlarıyla ve nesnelerle kurabildiği tek bağın ”fazladan olmak” olduğunu fark ederek varoluşsal bir bulantı duyar. Oysaki Roquentin, eserin son sayfalarında görüleceği üzere, zihnindeki ”Some of these days…” ile başlayan melodinin kesin ve zorunlu varoluşu gibi kesin ve zorunlu olarak varolmayı istemektedir. Melodinin akışı insan ve nesnelerin varoluşuna benzemese de, insan bir melodi gibi olumsallıktan uzaklaşıp ”zorunlu olmayı” arzulamaktadır. O halde insan adına olumsallık ve saçmalıktan kurtulmanın, bulantının üstesinden gelmenin bir yolu yok mudur?

Sartre Bulantı’da bu konuyu çözüme ulaştırmadan bırakmış olsa da, sonraki eserlerinde olumsallığı fark etmenin ve olumsallık ile saçmalıktan kaynaklanan bulantı/tiksintiyi aşmanın gereğine vurgu yaparak, ”yaşamın anlamını” ”özgürlük” ile ilişkilendirir. Yaşama anlam kazandırmak bireyin elindedir, ”değer” denilen şey ise seçilen anlamdan başka bir şey değildir. O halde insan özgür seçimleriyle kendini gerçekleştirdikçe, saçmayı aşmaya başlayacak ve geçici bir süreyle bile olsa bulantının üstesinden gelecektir. Dolayısıyla varolmak özgür bir biçimde kendi kendini seçmektir.

Türk Edebiyatında Varoluşçuluk

Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Avrupa’da ortaya çıkan varoluşçuluğun etkileri Türk edebiyatında 1950’li yıllarda görülmeye başlanır. Edebiyat sahasında ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar ve Peyami Safa gibi yazarlar aracılığıyla görülür. İkinci Yeni akımı şairlerinin de bu akımdan etkilendiğini söylemek mümkündür. Ancak varoluşçuluğun edebiyatta bir akım olarak ele alınması 1950 Kuşağı olarak adlandırılan ve içinde Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Demir Özlü, Leyla Erbil, Vüsat O. Bener gibi isimlerin yer aldığı yazarlar aracılığıyla gerçekleşir. 1960’lı yılların sonunda yazım hayatına başlayan Oğuz Atay da yine bu akımdan etkilenen yazarlardandır.

Eser İncelemeleri

Diplerden Bir Roman: Yeraltından Notlar

Dostoyevski belirli bir kültür ve düşüncenin romancısıdır. Buna göre onun ait olduğu kültürün 19. yüzyıldaki en büyük sorunu Rusya’nın Batı kültürünü tehlikeli bir tarzda özümsemesi, bu özümsemenin gerginliği ve topluma yayılan belirsizlik atmosferidir. Rus toplumuna nüfuz etmekte olan ise 18. yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin aklı kutsayan ilerlemeci ve pozitivist karakteridir. Dostoyevski, insanı varoluşun merkezi olarak görür ve Yeraltından Notlar’ı bu merkezde inşa eder.

Eserin kahramanı 40 yaşına gelmiş ve varoluşsal sorunlarla yüzleşmekte olan bir yeraltı adamıdır. Bu yeraltı adamında görülmesi mümkün varoluşçu temalar bilimsel ve rasyonel yasalarla donatılmış ve düzenlenmiş insan modeline, her türlü teorik çerçeveye karşı çıkışlar; insani istek ve iradeye yapılan vurgu sayılabilir.

Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da öncelikle rasyonel insanın anlama ve aşırı bilinçle karakterize edildiğini düşünür:

“Baylar, yemin ederim her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır, hem de tam anlamıyla bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü (…) 19. Yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile”

Diğer taraftan bizatihi bilinci kendisi hastalıktır: «Değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır»

Bu belirlemeler, daha önce belirtildiği üzere, tüm yaşamı rasyonel hale getiren ve bilmekten ibaret gören Aydınlanmacı insan tipine itirazdır.

O, aynı şekilde yaşamın teorik bir çerçeve içerisinde ele alınmasının ve belirlenmesinin mümkün olduğunu kabul eden anlayışa da karşı çıkar:

 “Ne tuhaftır; istatistikçiler, bilginler insanoğlu için bir takım hesaplar yaparken çıkarlardan birini her seferinde gözden kaçırırlar, hatta bunu yanlış biçimiyle hesaba katarlar; oysa herşey bu çıkara dayanmaktadır” ilerleyen satırlarda söz konusu çıkarın niteliği daha açık gösterilir:“… sözü geçen çıkarın bütün sınıflandırmalarınızı bozması, kişilerin mutluluğu için çırpınan insanseverlerin koyduğu dizgeleri paramparça etmesidir”

Dolayısıyla “… insanlar dizgelere, bir takım soyut kavramlara öylesine düşkündürler ki, salt mantıklarını haklı çıkartmak için gerçeklerini bile bile değştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razıdırlar”

Bu belirlemeler insan yaşamının bir teoriye indirgenmesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir.

Her şey çizelgelere göre hesaplanınca bizlere ne kalır” sorusunu soran Dostoyevski için insan “her zaman ve her yerde, kim olursa olsun mantığının ve çıkarlarının buyurduğu gibi değil de, gönlünün çektiği gibi” Dolayısıyla akıl ve bilimin boyunduruğundaki yaşam düşüncesi, insanın asli doğasını tahrip etmektedir. İstenilen yaşam ise tatsız-tuzsuz bir yaşamdır: “Diyelim ki gerçekten günün birinde bütün istek ve kaprislerimizin formülü bulunursa, daha doğrusu isteklerimizin neye bağlı olduğu, hangi yasalara göre oluştuğu, nasıl geliştiği, değişik durumlarda ne gibi yönler aldığı üstüne kesin matematik formülleri ortaya çıkarılırsa… [Bu durumda] insan, insanlıktan çıkıp bir org vidasına, ya da bunun gibi bir şeye dönecektir. Çünkü isteği, iradesi olmayan istemeyi bilmeyen insan org silindirindeki bir vidadan başka nedir ki?” «Söz gelişi bir gün birisine nanik yapsam, hesaplar, kitaplar benim gerçekten öyle yapmam, hem de hangi elimi kullanmışsam o elimi kullanmam gerektiğini ortaya koysa, benim özgürlüğümden geriye ne kalır ki?” 

Dolayısıyla Dostoyevski için isteme ve irade, mantığa karşı aşkındır: «Mantık, kuşkusuz iyi bir şeydir, ama olup olacağı mantıktır ve bir insanın gereksinimini gidermekten öteye geçemez; oysa istek yaşamın ta kendisidir.»

Bir Haşere Olarak Yabancılaşma: Dönüşüm

Modern dediğimiz insanın özgürlüğü doğal değildir ve yapay bir formda şekillenmiştir. Bu yapaylıkta zorunlu bir seçimdir aslında. İnsana kendi dışındaki güçler tarafından önerilen alternatiflerden bir seçim yapma zorundalığındadır ve o da, trajik bir biçimde, seçimini bilinçli olarak kendisinin yaptığına inanmaktadır. Böyle bir ortamda insan bir «böcek»ten farksızdır. Kafka modern insanın hayata karşı yabancılaşarak böcekleşme metaforunu Yeraltından Notlar’dan esinlenerek oluştursa gerektir. («Beni bir sinek kadar önemsemedikleri belliydi» «bir böcekmişim gibi baktı bana» Yeraltından Notlar)

Kafka’nın metaforik bir dille anlatılan ve okuyucuyu alışılmışlığın ötesine geçiren “Dönüşüm” eseri Kafka’nın diğer eserlerinde de olduğu gibi insanın kendi marifetiyle kurduğu sistemin içinde kendinde kayboluşunu, kendine yabancılaşmasını anlatan çarpıcı bir eserdir. Toplumda var olan genel düzenin daha doğrusu düzensizliğin aileye indirgenmiş bir örnekleme ile anlatıldığı bu eserde, burjuva tarafından el bebek gül bebek dünyaya getirilen ve büyütülen kapitalist sisteme pranga ile köle edilmiş Gregor Samsa’nın benliğinden kayboluşunun acı serüveni anlatılmaktadır.

Gregor Samsa bir pazarlama işinde satış elemanı olarak çalışmakta ve her gün saat 6.30 trenle kendi tabiri ile “sıkıcı bir yolculuk” ile işine gitmektedir. Aslında her şey Gregor’un bir sabah işe gitmek için uyandığı yataktan bir türlü kalkamaması ve her gün babasının patrona borçlu olması nedeni ile kalın hasırlarla bağlı olduğu işe geç kalması ile başlar.

Gregor’un bu zorunluluk durumunu ise eserde geçen şu cümlelerle anlaşılmaktadır;

 “Ah Tanrım, nasıl da güç bir meslek seçmişim kendime ! Hemen her gün yoldayım Bütün bunlar bürodaki asıl işlerden daha yorucu, üstelik bunlar yetmiyormuş gibi bir de yolculuğun çilesi, aktarma trenlerinin stresi, düzensiz, kötü yemekler, sürekli değişen, hiç kalıcı ve samimi olmayan insan ilişkileri gibi sıkıntılarda cabası Bütün bunların canı cehenneme!’’ Annemle babam yüzünden kendimi tutmasaydım, şimdiye çoktan ayrılırdım, patronumun karşısına geçip kalbimden ne geçiyorsa anlatırdım. Kürsüden düşüverirdi valla!..

Gregor saati gördüğü halde bir türlü yataktan çıkacak gücü kendinde bulamamaktadır. Gregor bir taraftan işe geç kalmanın endişesini diğer taraftan ise vücudunun tümünde hissettiği güçsüzlük duygusu ile mücadele ededursun, çalıştığı mağazadan gelen işyeri temsilcisi adeta sabah sayıma kalkamayan mahkumun başında beliren gardiyan gibi Gregor’un evinde belirivermiştir.

Bir böceği dönüşene kadar ailesinin tüm ekonomik yükünü taşıyan Gregor’un böcek olduktan sonra ailesi tarafından istenmemesi, özellikle kız kardeşi tarafından Gregor’dan kurtulma planlarının yapılması “normsuzluk boyutunu” nu bize hatırlatmaktadır. Çünkü tüm ahlaki ve etik değerler yerle bir edilmiş, sadece kendi çıkarını düşünen aile fertlerini tüm değerleri alt üst eden acı konuşmaları eserde çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir.

Bir Eylemsizlik Adamı: Uyuyan Adam

Perec’in Uyuyan Adam’ı, birşeyler yaparak dünyaya etkide bulunulabileceğine inanmayanlardan. Bu bakımdan varolçuluğun devamlı eylemine karşı çıkarak eylemsizliği savunmaktadır. Uyuyan Adam, sadece oturup beklemek ister, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek… Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin. Sokaklarda avare dolaşır:

«Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın, pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun. Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün.»

Uyuyan Adam, tam olarak eylemsizliği benimser. Böylelikle toplumun desteklediği değer ve tutumlarla karşı karşıya gelir. Tüm yaşamını bir ağaca bakarak geçirebileceğini söyler. Onu tüketmeden anlamadan. Çünkü anlayacak bir şey yoktur. Ağaç hakkında söyleyebileceği tek şey ağaç olduğudur. Ağaçtan başka bir hakikat beklenmez. Ağacın ona önereceği bir ahlâkı, bir mesajı yoktur. İşte bu yüzden ağaç gözünü kamaştırır. Ağaç kabuğunun ve dallarının, yapraklarının bu su götürmez, kuşkulanılmaz gerçekliği, gözünü kamaştırır Uyuyan Adam’ın. Bir insanın ya da bir köpeğin karşısında yansız kalınamaz. Oysa bir ağaçla hiçbir zaman diyaloğa girilmesine gerek yoktur. Ağaç hiçbir şey istemez.

Toplumla etkileşmek, toplumun içine girmek onların değerleriyle etkileşmeyi getirecektir. Oysa o, bunu istemez. Toplumun her bireyini, fareye benzetir. Ona yanaşırlar, onu alıkoyarlar; aşağılık hakikatlerini, sonsuz sorularını, doğru bildiklerini onun yüzüne tükürür herkes. Uyuyan adam kendi şehrinde boğulmuştur. Boğucu kalabalığın arasına karışmamak için kimi zaman günlerce odasından çıkmaz. Tek yaptığı duvardaki çatlakları izlemek, musluktan akan damlaların sesini dinlemektir. Sadece sessiz ve hareketsiz kalma arzusundadır:

«Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyonlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden başlatma makinesi, değersiz varoluşun her gününü, her saatini yönetmek isteyen yumuşak bir dehşet…»

Tutunamama Problemi Olarak: Tutunamayanlar

Oğuz Atay’ın ilk romanı Tutunamayanlar temelde iki karakter üzerine kurulmuştur. İlki romanın başkişisi Turgut Özben, diğeri ise romanın başında çoktan ölmüş olan ancak Turgut’un benliğinde varoluşunu sürdüren Selim Işık’tır. Varoluşçu felsefeye göre modern insan, nesnelleştirilmiştir. Sanayi Devrimi sonrası makineleşen dünyanın âdeta bir vidası hâline gelen insan, kendi yaşamını sürdürememekte, ölümünü bile kendisi yaşayamamaktadır. İnsan hayatı bir makine düzeni içerisinde sürmektedir. Bir hastane odasında başlayan hayat; yuva, okul, fabrika yahut devlet dairesi çizgisinde devam etmekte ve belki yine bir hastane odasında son bulmaktadır. Birey olabilmek için bu durumun dışına çıkmak gerekir. İstedikleri gibi bir hayatı kuramayan bu kişiler, toplum tarafından anlaşılamamış, başkalarına ayak uyduramamış “uyumsuz” kişilerdir. Nitekim Turgut kendisini “kaybolmuş” bir insan olarak tanımlar.

Var olduğunun farkına varan Turgut, “varoluşmak” ister. Başka bir insan olmak, değişmek, kendinin bile tanıyamayacağı yeni bir varlık olmak, bir başkalaşım geçirmek ister. Bu istek bize Kafka’nın Dönüşüm adlı hikâyesini ve dolayısıyla Gregor Samsa’yı anımsatır. Turgut’un bu isteği cazip olduğu kadar korku vericidir. Aynı zamanda çok zordur, çünkü değişmek, bir anlamda kendine bile yabancılaşmaktır. İnsan bünyesi ise fiziksel olarak değişime bütün gücüyle karşı koyar. Bazen beyin, değişmek, bir yeniliğe açılmak istese bile vücut ona başkaldırır.

Turgut kendi varoluşunun acılarını gidermek amacıyla başka varoluş biçimlerini benimser. Bundaki amacı biraz olsun rahatlayabilmektir. Özellikle de bir bitki olmak isteyen Turgut, böylece hareketsiz kalacak ve huzur bulacaktır:

«Sen bir saksı çiçeğisin Turgut Özben. Yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak, kimsenin yer değiştirmeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır, bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin, uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni.»

Turgut’un bir diğer varoluş biçimi ise kendini beyaz bir buluta benzetmesiyle ortaya çıkar:

“Hükûmet konağıyla Adliye binasının arasındaki gökyüzü parçasında önemli bir yer tutan şu beyaz buluta benzetiyorum kendimi Olric: esen rüzgara göre biçim değiştiriyorum. Hafif, beyaz ve yuvarlak bir Turgut’um ben. Pamuk gibiyim: köşelerimi kaybediyorum yavaş yavaş.”

Kalabalıkların Düşünürü: Aylak Adam

Belki de Türk Edebiyatının bu alanla ilgili en iyi eseri Aylak Adam’dır. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam (1959) romanının kahramanı 28 yaşındaki Bay C. edebiyat tarihinin önceki aylak adamlarından farklı olarak kendisinin “aylak” bir kimse olduğunu açıkça itiraf etmekle kalmaz, üstelik bu özelliğiyle övünür.

C.’nin arkadaşı Sadık, C.’ye: “En olmayacak ihtimal üstünde anlaştık. Tutmuş bir işe girmiştir, dedik.” C: “Kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. […] Üç gün çalıştım bu işte; dün öğlen bıraktım. […] Şimdi yine aylakım.”

 «Sizin başka işiniz yok mu?» diye soran bir kadına C.’nin cevabı: “Hayır. Aylakım ben.”

Aylak Adam romanının öyküsünün anlatıcısı C.’dir.  C.’nin anlattıkları dışında, Ayşe’nin başından geçen olayları düzensiz bir şekilde yazdığı bir defter ve Güler’in B.’ye ve B.’nin Güler’e gönderdiği mektuplar öyküyü oluşturan diğer kaynaklardır.

Aylak Adam romanı “Kış” bölümünün başında, şair Baki’den (1526-1600) alınan bir dizeyle başlar: “Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin.” (Atılgan, 2019, s. 13). “Mufassal” başka bir deyişle bildik, geçerli ya da mevcut durumla başlarız ve zamanla oradan ayrılırız. Kısacası, kendi tuhaf öykümüz mevcut durum ve kalabalıklar içinde başlar ve onlardan ayrılarak devam eder. Kalabalıklardan o kimseyi ayıran şey, C.’nin yaşamında olduğu gibi, onun arayışıdır.

C. onu belirleyen iki büyük eylemini şöyle ifade eder: “Ben ya ararım ya da yaşarım.”

 C.’nin sürekli olarak bir arayış içinde olmasının nedeni dünyada tutunmaya değer tek şey olarak gördüğü “gerçek sevgi”dir. C. dostu Sadık’a şöyle der: “Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” Sadık: “Senin aradığın kadın dünyada yok.” C: “Var! O olmasaydı ben olmazdım.” Sadık: “Bulamazsın.” C. “bir şey söyleyecekken vazgeçti. Onu bu kadının varlığına inandıramazdı.” C: “Öyleyse neden kızıyorsun” Sadık: “İnsan bulabileceğini aramalı.”

Aylak adamlar kalabalıklardan kaçmayı ve yalıtılmış, münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmezler. Bunun aksine kalabalıkların içinde kendini var etmenin bir alternatifini geliştirirler. Bunu yaparken aynı zamanda kalabalıkların tüm özelliklerini gün ışığına çıkarmış olurlar. C. kalabalıkları oluşturan insanları gruplar halinde adlandırır:

“Hızlı yürüyen insanlar sürüsü” (s. 20) ya da “sinemadan çıkmış insan” türü (s. 24), “eli paketliler.” (s. 87) “Pazar insanları” (s. 119), “ev tutmaya gelen adam soyu.” (s. 131), “bir gazozluk dostlar” (s. 152), turistler, “rahatına düşkünler”.

C. bir metropol olan İstanbul’un kalabalık sokakları arasındaki arayışını kendi varoluş yolunu açarak sürdürür. C. kalabalıktaki insanların çoğunun birbirlerine benzediklerini gözler. Onları birbirinden farklı kılan “ayrılıkları”nın bulunmadığını düşünür. Kalabalıkları oluşturan “insanlar ona göre dişili erkekli hep birbirinin benzeri. Bir ayrılıkları yok.”

Kalabalıkların insanı kendisini “biz” olarak tanımlayacağı bir grup içine kolayca dahil eder. Bu nedenle C. kendisinin farkını her fırsatta belirtmek için “biz” değil “ben” şahıs zamiri sözcüğünü kullanmayı tercih eder. C. bir kimsenin kendisini “biz” kategorisine, ya da bir başkasını “siz” kategorisine dahil ederek kendisinin ve başkasının farkını yok ettiğini düşünür.

 “Bütün bu “siz”ler, “iz”ler, “uz”lardan sıkılırım ben. Yapmacık, fazlalık gibi gelirler bana. İkinci konuşmamda “sen” diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam.”

C. insanın dünyaya, içinde ve dışında dayanıksız bir biçimde geldiğini düşünür. C.’ye göre insan dünyaya fırlatılmıştır ve bu haliyle dünya içinde terk edilmiş durumdadır. C. insanın bu durumunu şöyle ifade ediyor:

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz.” Dünyanın yoksun olduğu bu şeyi C. “tutamak sorunu” olarak adlandırır. C.’ye göre bu tutamak sorununu ancak “gerçek sevgi” çözebilir. “İnsanın bir tutamağı olmalı. […] Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine […] kimi işine, sanatına. […] Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır.”

Meraklılarına Listeler

Charles Baudelaire’in (1821-1867) Modern Hayatın Ressamı (1863) adlı adlı kitabında “flanör/flanöz” olarak adlandırdığı “aylak insan” temasının edebiyat tarihindeki yaratıcı başyapıtları tarihsel sırayla şunlardır:

  • Aleksandr Puşkin’in Yevgeni Onegin (1832)
  • Edgar Allan Poe’nun “Kalabalıkların Adamı” adlı kısa öyküsü,
  • Mihail Yuryeviç Lermontov’un Zamanımızın Bir Kahramanı
  •  Aleksandr Herzen’in Suçlu Kim?
  • Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in  Lüzumsuz Bir Adamın Günlüğü romanı, Rudin öyküsü,
  • Gonçarov Oblomov
  •  Turgenyev’in Babalar ve Oğullar romanı,
  • Ivan Fyodor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar romanı,
  • Anton Çehov’un (1860-1904) Altıncı Koğuş öyküsü,
  • Robert Musil’in dört ciltlik Niteliksiz Adam romanı
  • Boris Pasternak’ın Doktor Jivago romanı
  • Georges Perec’in Uyuyan Adam
  • Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanı

Yalnızlık Temalı Kitaplar:

  • Zorba-Nikos Kazancakis
  • Kör Baykuş-Sadık Hidayet
  • Tatar Çölü-Dino Buzzati
  • Yalnızız-Peyami Safa
  • Uyku İmparatorluğu-Henri Frederic Blanc
  • Yalnızlığın Keşfi- Paul Auster
  • Seyrek Yağmur-Barış Bıçakçı

Kaynakça

  • Eylemsizlik Ve Anti Kahramanların Dönüştürücü Gücü Üzerine-Hülya Bayrak Akyıldız
  •  J. P. Sartre’ın ”Bulantı” Romanı Üzerine Emel Koç
  • Yalnızlık Hissi: Teorik Yaklaşımlar-Karnick Paula
  • Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Romanında Yabancılaşma-Elif Şenverdi
  • Jean Paul Sartre’ın Varoluşçuluk Düşüncesi-Vedat Çelebi
  • Dostoyevski Romancılığında Varoluşçuluk:Yeraltından Notlar Örneği-Tufan Çötok
  • Kafka’nın Dönüşüm Eserinde Yabancılaşma Olgusu-Prof. Dr. Gamze Ebru Çiftçi
  • Varoluşçuluğun Türk Edebiyatında Algılanışı Ve Tutunamayanlar-Yunus Şahin
  • Yalnızlık Üzerine Plastik Çözümlemeler-Ecem Moran
  • Modernist Edebiyatta Aylaklık Teması Ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam Romanının Varoluş Felsefesi Bakımından Bir Yorumu-Metin Bal

Yorum bırakın

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Yukarı ↑

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın